Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’na girmesi ve sonrasındaki dört yıllık süreç, imparatorluğun son dönemlerinin en kritik anı olmuştur. Bu savaş, yalnızca askeri anlamda değil, siyasi yönetim ve sosyal yapı açısından da Osmanlı toplumunu derin yaraları olan bir kaos içine sürüklemiştir. Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın oluşturdukları “Üç Paşalar” döneminde alınan kararlar, devletin tarihini belirleyecek bir dönüm noktası oluşturmuş; bu kararların ardından gelen yenilgiler, kayıplar ve toplumsal çöküntü, Osmanlı İmparatorluğu’nun nihai sonunu hızlandırmıştır.
Siyasi Durum ve Karar Alma Süreci
Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’na katılma kararı, tamamen pragmatik nedenlerden doğmuş bir tercihti. Balkan Savaşları’nda (1912-1913) ciddi yenilgiler yaşayan ve toprak kaybeden Osmanlı, savaş öncesinde güçlü bir müttefik arayışı içine girmişti. İttihat ve Terakki hükümeti, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere İtilaf Devletlerine birden fazla kez ittifak önermiş, ancak bu devletlerden olumsuz yanıtlar almıştı. Rusya tehdidi karşısında yalnız kalmak istemediğini anlayan Osmanlı yönetimi, tercihini Almanya’ya çevirdi. Almanya, Balkan Savaşı’ndan sonra Osmanlı ordusunun reformuna yönelik büyük çaplı bir askerî heyet göndermişti; başında Tümgeneral Liman von Sanders’in bulunduğu bu heyet, Osmanlı Genelkurmayı ile yakın işbirliği kurarak orduya doğrudan etki gücü kazanmıştı.
Ancak bu yakınlaşma, İtilaf Devletlerini endişeye sevk etmişti. Özellikle Rusya, Osmanlı ordusunun Alman etkisi altında güçlenmesinden şikâyetçiydi. Enver Paşa’nın Almanya’ya olan aşırı güveni ve Alman başarı örneklerine körü körüne inanması, Osmanlı yönetiminin savaş kararında belirleyici olmuştu. 2 Ağustos 1914’te Osmanlı-Alman Gizli Askeri İttifakı imzalandı; fakat imzaladığı gün Almanya zaten Rusya’ya harp ilan etmişti. Bu ittifakın hükümleri gereğince, antlaşmayı imzalayan gün Osmanlı’nın Almanya’nın yanında savaşa girmesi gerekiyordu. Oysa Osmanlı hükümeti, stratejik nedenlerle savaşa hemen girmek yerine 3 Ağustos’ta silahlı tarafsızlığını ilan etti. Seferberlik ilan etmiş olmasına rağmen, çoğu tarihçi bu dönemdeki Osmanlı politikasını hesaplı bir bekleme stratejisi olarak değerlendir. Enver Paşa ile Talat Paşa arasında, 1915 baharına kadar savaşa girme konusunda görüş ayrılığı yaşandığı bilinmektedir. Alman Genelkurmayı, Osmanlı’nın bir an önce harbe girmesini istiyordu; çünkü Doğu Anadolu ve Mısır’da Osmanlı taarruzu, Rus ve İngiliz kuvvetlerini bu alanlarda bağlayarak Avrupa cephesinde Almanların lehine işlem yapabilirdi. Ancak nihai karar 30 Ekim 1914’te Osmanlı’nın İngiltere’ye harp ilan etmesiyle şekillendi.
Bu savaş kararı, Osmanlı yönetiminde merkezileşmeye yol açtı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913 Bâb-ı Âli Baskını sonrası zaten fiili iktidarı ele geçirmiş durumdaydı; ancak savaş yıllarında partinin kontrolü daha da katılaşmış, muhalif görüşler baskılanmıştır. Savaşın başlaması, demokratik kurumların zaten zayıf olduğu bir ortamda, tek parti yönetimini pekiştirdi. Enver Paşa, Harbiye Nazırı olarak askeri işlerin yanı sıra siyasi kararların da belirleyicisi konumuna geldi; bu durum, sivil yönetim ile askerî komuta arasında ciddi çatışmalara yol açtı. Özellikle 1917 yılında, Talat Paşa’nın Sadrazamlığa geçmesi sonrası yaşanan “Talat-Enver” çatışması, iktidarın liderlerinin aralarında bölünmüş olduğunu göstermiştir.
İtilaf Devletleri ile gizli antlaşmalar yoluyla yapılan paylaşım planları, Osmanlı yönetiminin de farkında olduğu bir gerçekti. Özellikle 1915 Anlaşması, Rusya’nın İstanbul ve Boğazları elde edeceği konusundaki İngiliz-Rus uzlaşmasını içermişti. Bu durum, Osmanlı yönetim kadrosu tarafından “Doğu Cephesi”ni koruma bağlamında Kafkasya’da agresif harekâta geçişi haklılaştırmak için kullanılmıştır. Ancak Enver Paşa’nın Sarıkamış Harekâtı (1914-1915) gibi ambisiyöz ve yüksek kayıplı operasyonları başlatması, stratejik gerçekler ile yönetim kararları arasındaki farkı ortaya koymaktadır.
Askeri Durum ve Cepheler
Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’nda kapılarında açtığı yedi cephe, imparatorluğun sınırlı kaynakları ile imkânsız bir yükü taşımasını gerektirmiştir. Batı cephesinde (Çanakkale), Kafkasya’da, İran’da, Galiçya’da, Makedonya’da, Irak’ta ve Suriye-Filistin’de aynı anda savaşmak zorunda kalan Osmanlı ordusu, enerji ve kaynakları noktasında hızla tükenmişti. Bu durum, askeri strateji açısından Alman Genelkurmay’ın teorik beklentileri ile Osmanlı imparatorluğunun fiili kapasitesi arasında derin bir uçurum ortaya koymuş, savaşın ilerleyen aşamalarında işgüzarlar Almanya ile müttefikinin çıkarlarını ayırabilecek stratejik seçimler yapmak zorunda kalmıştır.
Kafkasya Cephesi’nde yaşanan Sarıkamış Harekâtı, Osmanlı askerî tarihinin en acı yenilgilerinden biridir. Enver Paşa’nın kumandası altında yapılan bu harekâtta, 150 bin kişilik bir ordu, 22 Aralık 1914’ten 19 Ocak 1915’e kadar yüksek dağlar, yolsuzluk, soğuk ve tifüs hastalığı karşısında mücadele ederken, 130 bin kişilik mevcudun 90 binini kaybetmiştir. Geri kalanlar ya esir düşmüş ya da dönerken hayatını kaybetmiştir. Sarıkamış’ın ardından Osmanlı ordusunun Kafkasya’daki durumu giderek kötüleşmiş, 1915’in ortalarından itibaren Ruslar taarruza geçmiş ve 1916 yılında Erzurum (Şubat), Trabzon (Nisan) ve Erzincan-Muş (Temmuz) ele geçirerek Osmanlı topraklarına derinlemesine girebilmişlerdir.
Çanakkale Cephesi, Osmanlı ordusunun tarihte gösterdiği en ünlü dirençlerinden biri olmuştur. 19 Şubat 1915’te başlayan ve 9 Ocak 1916’da sona eren bu muharebede, Yarbay Mustafa Kemal Bey komutasında yapılan savunma, İngiltere ve Fransa’nın güçlü donanmasının karşısında izlenmiş durumdaki Osmanlı askerî stratejisinin bir öz-değer göstergesini oluşturmuştur. Çanakkale Boğazı’nı geçme girişimleri başarısız kalan İtilaf güçleri, 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yaparak karada operasyon başlattı. Bu kara muharebesi, savaş boyunca en yüksek kayıp oranı gösteren muharebe alanlarından birisi olup, Osmanlı tarafı 86 binden fazla asker, İtilaf tarafı 44 bin ölü ve 97 bin yaralı kayıp vermiştir. Muharebede, İttifak ülkelerinin toplamda 44 bin ölü ve 97 bin yaralı kaybına karşın, Osmanlı 86 binden fazla asker kaybı yaşamıştır. Çanakkale’deki başarı, Osmanlı toplumunda moral yükseltse de, cephenin geri kalanında savaş Osmanlı’nın aleyhine gelişmiştir.
Irak Cephesi, Osmanlı’nın başarı gösterdiği nadir alanlardan biri olmasına rağmen, sonuçta yenilgiye uğramıştır. İngiltere’nin Hindistan’dan sevk ettiği güçlere karşı, Osmanlı kuvvetleri başlangıçta başarılı muharebeler yapmış ve Kutü’l-Amâre’yi (Kut) 8 Aralık 1915’te kuşatmışlardır. Mareşal von der Goltz komutasındaki Türk ordusu, 22 Kasım 1915’deki Selmanpak Muharebesi’nde önemli bir zafer kazanmış, Kut’ta kuşatılan İngiliz kuvvetleri 29 Nisan 1916’da teslim olmuştur. Ancak İngiltere, 160 bini aşkın bir kuvvetle 1916’nın yaz aylarında taarruza geçince, Osmanlı kuvvetleri geri çekilmeye başladı ve nihayetinde Bağdat’ı 11 Mart 1917’de kaybetmiştir. Irak’ın kaybı, Osmanlı’nın petrol kaynakları ve Basra Körfezi’ne olan erişimini kesmiş, stratejik durumu ciddi biçimde zayıflatmıştır.
Suriye-Filistin Cephesi’nde durum yavaş yavaş ama kararlı bir şekilde bozulmuş, nihai yenilgi ise 1918’nin son aylarında gerçekleşmiştir. İngiltere’nin General Allenby komutasındaki kuvvetleri, 1917 yılı sonunda Gazze’yi, ardından Kudüs’ü (Aralık 1917) ve Şam’ı (Ekim 1918) işgal etmiştir. Müslüman aşiretlerin isyan çıkarmış olması, Arap Yarımadası’nda Osmanlı otoritesinin kaybolması ve T. E. Lawrence’ın organize ettiği Arap isyanının Filistin’e girmesi, bu cephenin çökmesini hızlandırmıştır. Suriye-Filistin Cephesi’nde Osmanlı 76 bin şehit, 105 bin yaralı ve yaklaşık 150 bin esir vermiş, cephe nihai olarak Eylül-Ekim 1918’de dağılmıştır.
Askeri açıdan Osmanlı Devletinin nihai kayıpları istatistiklerde berraklık kazanır. Savaş sırasında Osmanlı Devleti yaklaşık 3 milyona yakın askeri seferber etmiştir. Bunlardan 250 bin kadarı doğrudan muharebe neticesinde hayatını kaybederken, 450 bine yakın kadarı tifüs, kolera ve İspanyol hastalığı gibi bulaşıcı hastalıklara kurban gitmişti. 200 bine yakın asker esir alınmış, geri kalanlar yaralanmış veya sakat olarak eve dönmüştü. Bütün bir ulusun neredeyse yarısını silah altına alan Osmanlı, bu askerlerin çoğunu ya ölü, ya yaralı ya da eşşe döndüremiştir
Sosyal Durum: Yoksulluk, Göç ve Hastalık
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı toplumunu askeri anlamda değil, sosyal ve ekonomik açıdan da derin bir krize sürüklemiştir. Erkeklerin silah altına alınması ile tarımsal üretim kesintiye uğramış, savaş makinesini beslemek için gıda ürünlerine el konulmuş, enflasyon kontrolü dışında artmışken ücretler stabil kalmıştır. İstanbul gibi büyük tüketim merkezlerinde, özellikle sabit gelirli kesim olan memur, işçi ve emekli sınıfları yaşanan kriz karşısında çaresiz kalımıştır. Devlet, savaş masraflarını karşılayabilmek için sürekli kaime (kağıt para) basmaya başlamıştı; 1917 yılında fiyatlar yüzde 600 oranında arttığında, bir memur ya da işçinin maaşı bu orana göre artmamış, sonuçta toplumun önemli bir kısmı açlık ve sefaletin eşiğinde yaşamaya başlamıştır.
Göç, savaş döneminde Osmanlı toplumunun en yıkıcı deneyimlerinden biri olmuştur. Kafkasya’dan ve Balkanlardan gelen eski göçmenlere ek olarak, savaş sırasında Rus, İngiliz ve Arap işgalleri nedeniyle yeni göç dalgaları başlamış, Balkan Savaşları sonrası I. Dünya Savaşı sürecinde Osmanlı nüfusunun üçte birinin yer değiştirdiği tahmin edilmektedir. Bu göçler, genellikle insanca olmayan koşullar altında gerçekleşmiş, deniz yollarında transportasyon sırasında binlerce kişi boğulmuş ya da hastalık nedeniyle ölmüştür. Göçmenlerin yerleştirilmesi için Osmanlı Devleti önemli kaynaklar kullanmak zorunda kalmış, ancak devletin kendi mali sıkıntılarından dolayı bu çabaları hiçbir zaman yeterli olmamıştır.
Salgın hastalıklar, savaş döneminin belki de en acı sosyal felaketlerinden biri olmuştur. Özellikle tifüs, kamp koşulları, kalabalık, hijyen imkânsızlığı ve yoksulluğun bir sonucu olarak, cepheler arka alanında ve şehirlerde hızla yayılmıştır. Kafkas Cephesi’nde başlamış olan tifüs, 1916’nın sonunda İstanbul’a sirayet etmiş ve 1917 yılında vaka sayıları müthiş düzeylere ulaşmıştır. Osmanlı Devleti, basit temizlik hamamları açmış, aşılar uygulamaya çalışmış ve halk bilinçlendirilmeye çalışılmış; ancak kıt kaynaklar ve su ve sabun kıtlığı nedeniyle bu çabalar hiçbir zaman hastalığın yayılmasını tam anlamıyla durduramayabilmiştir. Tifüs yanında kolera, dizanteri, çiçek ve influenza gibi hastalıklar da savaş döneminde toplu ölümler yaşanmıştır. Savaş boyunca hastalıklar nedeniyle direkt savaş kayıpları ile eşit düzeyde insanî kayıp meydana gelmiştir.
Tifüs mücadelesi, devlet başta olmak üzere toplumun her tarafında bir mücadele imişse de, yaşanan dramları hafifletememişti. Bir dönemin tarihinde bilinir ki, Gaziantep vilayetinde cezaevine aktarılan mahkûmlar arasında tifüs hızla yayılmış, Bursa’nın bazı köylerinde hastalıktan koruma amacıyla evi olan evlerden insanlar çıkarılmış, bazıları ise bu nedenle ölmüştür. Muş vilayetinde atanan doktor Kamil Bey şahsi işlerle uğraşmaktan kaçıyor olduğu gerekçesiyle Eskişehir’e sürgün edilme tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlar, mikro düzeyde yaşanan felaketlerin örnekleridirdir. Makro düzeyde ise, savaş sonunda Osmanlı sivil ve askerî kaybı toplam nüfusun yüzde 13,72’sini teşkil etmiş, bu oran Sırbistan’dan sonra savaştaki en yüksek insanî kayıp oranı olmuştur.
Sosyal yapı açısından savaş, toplumsal hiyerarşileri bazı açılardan değiştirmişse de, genel olarak Osmanlı strukturunu daha da ağırlaştırmıştır. Kadınlar, erkeklerin cepheye gitmesiyle devlet ve özel sektöre girmek zorunda kalmış, tarım, sanayi, sağlık ve idari alanlarda önemli rol oynamışlardır. Ancak bu katılım, kadınların sosyal statüsünü radikal biçimde değiştirmekten ziyade, geçici bir ekonomik zorunluluk niteliği taşımıştır. Savaşın sonunda erkeklerin dönüşü ile birlikte kadınlar bu alanlarda geri çekilmek zorunda kalmış, ancak kültürel anlamda ve bilinç düzeyinde radikal değişim başlamıştır.
Yönetim Hataları ve Stratejik Başarısızlıklar
Enver Paşa’nın karar alma sürecine egemen olan düşünceleri, Osmanlı’nın savaştaki performansını belirlemede kritik rol oynamıştır. Enver Paşa, Sarıkamış Harekâtı’nı başlatırken, Osmanlı ordusunun Rusları Kafkasya’nın arkasını çevirerek mağlup edebileceğine inanmıştı; ancak bu operasyon, tarihin büyük felaketlerinden biri olmuş, ordunun neredeyse tamamını kaybetmiştir. Benzer şekilde, Mısır’a (Süveyş Kanalı) yönelik harekâtlar da başarısız olmuş, Osmanlı kuvvetleri çölü aşamayan lojistik sorunları nedeniyle geri çekilmişti.
Talat Paşa’nın 1917’de Sadrazamlığa geçmesinden sonraki dönemde, kaynakların dağıtımında yapılan stratejik hataların yenilgilerin hızlanmasında rolü büyük olmuştur. Bağdat’ı kurtarma çabası için kaynaklar tahsis edilirken, Filistin Cephesi, güney açısından minimum seviyede tutulmuş, büyük İngiliz taarruzları karşısında yetersiz kalarak nihai olarak çökmüştür. Birden fazla cephede savaşmanın imkânsızlığı, Osmanlı Genelkurmayı tarafından defalarca belirtilmiş, ancak siyasal karar alıcılar tarafından çoğunlukla göz ardı edilmiştir.
Askeri açıdan bakıldığında, Liman von Sanders komutasındaki Alman askerî misyonu, kısmen Osmanlı ordusunun modernizasyonunu sağlamışsa da, ekipman ve silahlar açısından Osmanlı’nın teknolojik geri kalışı hiçbir zaman telafi edilememiştir. Balkan Savaşları’ndan sonra kısmen gençleştirilen ve modernize edilen Osmanlı ordusu, savaş başında 38 piyade ve 4 süvari tümeninden oluşup, 13 kolordunun emrindeydi; ancak ateş gücü zayıf, ulaştırma birlikleri yetersiz ve geri teşkiller eksiktir. Savaş boyunca bu teknik yetersizlikler hiçbir zaman çözümlenmemiş, aksine artan cephe sayısı nedeniyle daha da ağırlaşmıştır.
Mondros Mütarekesi ve Devletin Çöküşü
Osmanlı Devletinin 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi, pratik anlamda devletin sona ermesini işaret etmiştir. Mütareke hükümlerinin en az imza edilmesi kadar kontrollü uygulanmamış, İtilaf Devletleri kısa sürede yüzlerce bin askeri Osmanlı topraklarına çıkarmaya başlamıştır. Mütarekenin hükümleri, Osmanlı ordusunun terhisini, donanmanın teslimini ve stratejik noktaların işgal altına alınmasını öngörmüştü. 30 Ekim’den sonraki haftalarda İngilizler, Irak ve Boğazlar’a asker yerleştirmeye başlarken, Yunanlılar Batı Anadolu’ya, Ermeniler ve Rumlar Doğu ve batı sınırlarına asker çıkarttılar.
Savaş sonrası dönemde, Osmanlı Devletinin kurumsal yapısı çökmüş, Enver, Talat ve Cemal Paşalar ülkeyi terk ederek Almanya’ya kaçmak zorunda kalmışlardır. İtilaf Devletleri, bu paşaları savaş suçlusu olarak görerek, boş bırakılan ülkede işgal konusunda kendilerine özgür hareket alanı açmışlardır. Talat Paşa 1921’de Berlin’de, Cemal Paşa 1921’de Tiflis’te, Enver Paşa ise 1922’de Türkistan’daki Çegan Tepesi’nde suikaste uğrayarak öldürülmüş, imparatorluğun son üst yönetimi fiziksel olarak ortadan kaldırılmıştır. Bu olaylar, Osmanlı Devletinin fiili olarak tamamen çökmesini sembolize ederken, yeni bir dönemin hareketinin – Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki Milli Mücadele – öncü işaretlerini vermişti.
Sonuç
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin yaşadığı siyasi, askeri ve sosyal kriz, imparatorluğun dört yüzyıllık varlığının son çöküşünü tetiklemiş bir kaynaklandır. Yanlış stratejik kararlar, sınırlı kaynakların birden fazla cephede dağıtılmasının doğurduğu zorunlu başarısızlıklar, ve nihayetinde toplumun maruz kaldığı ağır insanî maliyetler, Osmanlı Devletini kurtarılamaz bir çöküntü noktasına sürüklemiştir. Yaklaşık 3 milyon askerin silah altına alınması ve bunların yaklaşık 1 milyonunu kaybetmesi, toplumun dörtte birini göç ve yerinden edilme nedeniyle acı çekmesi, ve tifüs gibi hastalıklardan binlerce sivilin hayatını kaybetmesi, savaşın yaşanan acılarının boyutunu gösterir. Enver Paşa, Talat Paşa ve diğer karar alıcıların ambisyöz fakat yalpalanmış stratejileri, hem askeri açıdan hem de toplumsal açıdan felaket getirmiştir. Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile başlayan işgal döneminde, yönetim kadrosu görev bırakıp kaçarken, ülke İtilaf Devletleri’nin paylaşım planlarına teslim olmuştur. Ancak bu kaotik ortamda, Osmanlı’nın enkazı üzerinden yeni bir devlet kurmak için yola çıkacak, modern Türkiye’nin kuruluşunu sağlayacak bir hareket başlamıştır – savaşın getirdiği yıkımdan doğan bir direnç, tarihte yeni bir sayfanın açılışını işaret etmiştir.
