İnsanlar Kendi Hallerini Görüyor Onda

İnsanlar Kendi Hallerini Görüyor Onda

Halka hizmet, Hak’ka hizmettir” sözünü bütün siyasetçiler çok sever ve kullanır. Ne var ki, bu özlü söz, seçim dönemlerinde sürekli tekrarlanan, fakat çoğu zaman da öylesine söylenip unutulan bir slogan olmaktan öteye geçmez.

Tayyip Erdoğan, bu sözü hiç bir zaman ‘laf olsun’ diye kullanmadı; aksine ima ettiği sorumluluğu, bir ibadet hazzıyla kavradı ve hizmet anlayışının şiarı yaptı.

Yusuf Beyazıt, Tayyip Beyin Belediye Başkanlığı döneminde, Emlak İstimlak Daire Başkanı’ydı: “O dönemde yaptığımız kamulaştırmaların yüzde 98’ini ‘rıza’ usulüyle yaptık” diyor; ve sadece yüzde 2’si ile mahkemelik olduklarını söylüyor.

Veysel Eroğlu: “Bazı hallerde, halkın rızasını almış olmak da yetmezdi” diyerek araya giriyor: “Ayrıca, Tayyip Bey’ın vicdanı hassasiyetlerini de göz önöne almanız gerekiyordu.”

“Peki, o nasıl oluyor?” ,

“Şöyle izah edeyim” diyerek, hiç unutamadığı bir olayı anlatıyor.

“Darlık Barajı’nı besleyen derelerden birinin bitişiğindeki bir köy için yıkım kararı aldık. Köylülerle işin maddi boyutunda anlaşmıştık; kendi rızalarıyla köyü boşaltacaklar, biz de gidip yıkım başlatacaktık.

Günü geldiğinde, güvenlik elemanları, dozerler, kepçeler, iş makinaları, sağlık ekipleri, araç, gereç, ve sair teçihizatla köye vasıl olduk. Bizi uzaktan gören, tatbikata çıkmış büyük bir askeri birlik sanır; yani öyle kalabalığız.

Tayyip Bey de yanımızda. Mevzu ‘yıkım’ olunca, tabii hassas bir konu; ‘ben de geleceğim’ demiş. Biz de hay hay demişiz; öyle ya ne diyebiliriz ki?

’Ekipleri biraz geride bırakıp ahalinin yanına vardık. Başkanı

görünce sevindiler. İzzet ikram, hoş beş derken, bir nine geldi yanımıza:

“Hoş gelmişsiniz, Başkan evladım!” dedi. Size ayran ettiydim kendi ellerimle, halis torba yoğurdundan. Bakın bakalım sizin oradakilere benzer mi?”

“Sağol, ninem! Zahmet etmişsin; ellerine sağlık” diyerek nineye yanımızda yer açtık. Başkan, bu ufak tefek, güleryüzlü nineyi pek sevmiş, misafirperverliğinden etkilenmişti.

“Şöyle yaklaş da anlat biraz” dedi. “Köyün en eskilerinden

biri sensin galiba.”

“Kendimi bildim bileli’ buralıyım, evladım” dedi nine: “Çok eski bir köy burası; ama o zamanlar şimdikinden daha güzeldi, görseydiniz… Daha bir yeşillikti. İri iri söğüt ağaçları vardı dere boyunca. Bildiğin salkım söğüt, iki taraflı. Sarmaya kalksan, kolların kavuşmazdı… Şu ilerisi sazlıktı…

“Geçmişe ait ne hatıralar vardır sende, kim bilir?”

“Olmaz mı evladım? Şu kayalıkların, dalların, budakların dili olsa da söylese!..”

Eskilerden söz ederken ninenin gözleri yaşarmıştı, işaret parmağını pazen şalvarının üzerindeki çiçek desenleri arasında usul usul gezdirirken, arada bir iç çekip sessizleşiyor, sonra tekrar devam ediyordu konuşmasına.

Yavuklusuyla el ele tutuşup dere boyunca yaptıkları uzun yürüyüşleri, söğüt ağaçlarının ıslak serinliğini, gün batımına doğru suya uzanan gölgelerini, sığırcık sürülerini ve o günlere ait daha bir sürü şeyi, dün gibi hatırlıyordu. Belki de yalnızca geçmişte yaşıyordu. Aradığı sükuneti, neredeyse asırlık bir ömrün iyiden iyiye epriyen anıları arasında buluyor, saklambaç oynayan küçük bir kız çocuğu gibi, kendi yalnızlığından sıkılmadıkça ortaya çıkmıyordu.

Nine, hepimizi duygulandırmıştı. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Başkan’a baktım, O da ağlamaklıydı.

Veysel hocam!” dedi Başkan, biraz sakinleşince :”Toplayın ekibi, gidiyoruz!..”

Önce şaka yapıyor sandım; fakat baktım, hiç de öyle şaka yapar gibi bir hali yoktu. Anladığım kadarıyla Tayyip Bey, uzaktan uzağa köylülerin yıkım olayına duyduğu hoşnutsuzluğu sezinlemiş, ikna oldukları için değil de, ‘devlet zoru’ndan ürktükleri için yıkıma razı oldukları kanısına varmıştı.

Urun lafın kısası, köyün neden buradan taşınması gerektiğini etraflıca anlatıp, kendi rızalarıyla evlerini boşaltıncaya kadar, yıkımı ertelemek zorunda kaldık.”

Belediye Başkanlığı döneminde yakın çalışma arkadaşlarından biri olan ve kendisini çok iyi tanıyan Burhan Metin, bizzat tanık olduğu kimi olayları da göz önünde bulundurarak, Tayyip Erdoğan’ın bu ve benzeri durumlarda ortaya koyduğu tavrı, ‘insani duygularının çok güçlü olması’yla açıklıyor:

‘Bu ülkede ağrısı sızısı olmayan insan çok az; Boğaz’ın yalılarında yaşayanlar dışında, herkesin darbedilmiş bir tarafı var. Ya sosyal olarak darbedilmişler, ya da yoksulluktan gelmişler. Biz hüzünlü bir toplumuz. Doğulu bir toplumuz. Yaşadığımız hayat, bize hüzün yüklüyor. Tayyip Bey’in de acı çeken, hüzün duyan bir yapısı var. Onu cazibe merkezi yapan da o tarafı; insanlar, kendi hallerini görüyor onda.

Gerçekte iki Erdoğan vardır. İlki, yaralı bilinciyle, zor geçen hayatıyla Türkiye’nin ortalama insanlarıyla geniş bir kesişim alanına sahip ‘insan Erdoğan’. İkincisi, siyaset yaptığı Milli Görüş içinde, uzun yıllarda biçimlenen ‘pragmatik Erdoğan.’.. İnsan yanıyla kitleyle buluşur, özdeşimler oluşturur, sokaktaki adamı ruhundan yakalar. Ama Erdoğan’ın politik pratiği, kitleyle kaynaştığı, kitleyi temsil ettiği kesişmeden, faydacı bir yöne doğru gider. Erdoğan’ın başarısının arkasında bu iki tarafını son derece uyumlu şekilde sürdürebilmesinin bulunduğu söylenebilir.”
Çok partili dönemle birlikte ortaya çıkan liderlerin ortak özelliği, halkla bütünleşmek için sıklıkla çevreye ait sembollere başvurmaları ve bunu yaparken de kendilerine ait olmayan ödünç bir dil kullanmalarıdır. Tayyip Erdoğan’ı diğer siyasi liderlerden ayıran özellikler, tam da bu alanda belirginlik kazanır.

Halkın talep ve ihtiyaçları karşısında Tayyip Erdoğan’ın ortaya koyduğu tavır, sahici ve samimidir. Onun, ‘karizmatik’ liderliğini meşru kılan ve halkla bütünleşmesini sağlayan da bu tür vasıflarıdır. Oysa Türkiye’nin siyasi hayatında görmeyi kanıksadığımız lider tipleri, çoğunlukla halkın rızasını öngören bir meşruiyet talebinden habersizdir. Onların gözettiği yegane hassasiyet, oligarşik yapıyla ilgilidir. Halka ulaşma ihtiyacı, seçimlerle sınırlıdır. Yalnızca seçim döneminde kurulacak geçici bir temas için halkın dilini öğrenmeyi, samimiyet ve sahicilik gibi ‘anakronik!’ vasıfları, genellikle fuzuli saymışlardır.

1960 ihtilalinin yarattığı mağduriyet hissiyle 1965 seçimlerinde Adalet Partisini destekleyen Nur Cemaati ileri gelenlerinden bir grup, Demirel’e hayırlı olsun ziyaretine gittiklerinde, içlerinden biri: “Efendim” der, “madem verdiğimiz desteğin farkındasınız ve bunun için bize teşekkür ediyorsunuz, sorabilir miyim: Neden kabinenizde bizden bir arkadaşımız yok?”

Demirel’in verdiği cevap karşısında şaşırıp kalırlar: “Bizden biri yok diyorsunuz da aziz kardeşim, peki, ben neciyim?”

Cumhuriyet tarihi boyunca, devlet zihniyetinin tanımlayıp tarif ettiği siyasetin ‘gerçeklik’le ilişkisi, hiç bir dönemde bu anekdotla işaret ettiğimiz düzeyin üstüne çıkamadı.

‘Sağcı’ siyaset geleneğinin, verdiği ‘muhafazakar’ görüntüye rağmen, kitlelerin güvenini kazanamaması ve halkın devletle bütünleşmesini sağlamak konusunda başarısız olması, biraz da bu samimiyetten uzak ve iki yüzlü tavrından dolayı değil midir?

Yorum yapın